25 Mart 2014 Salı

Gerçek'in Titreşimleri - XXXIII

AVATAR: Dünya’nın tarihi... Ama filmde insanlarla Na’vi’ler ters konumda.

David Icke’ın 2010 yılında yazmış olduğu bir makale...

Sinemaya pek gitmem, ama James Cameron’un bol bol reklamı yapılmış olan ‘Avatar’ filmini izlemeye gittim. İyi ki de gitmişim. Çok beğendim, animasyon ve özel efektler harikaydı, ama ilgimi en çok, tarafların yeri tam ters bir konumda olsa da, temel olarak dünyada neler olduğunu çok güzel anlatıyor olması çekti...
Hikaye 2154’de yer alıyor ve bir gaz devi olan Polyhemus’un ‘ay’ı, Alfa Centauri A’nın yörüngesindeki Pandora’da yaşayan mavi derili ve aslan burunlu insanları anlatıyor. Pandora halkı, çevresi ile muhteşem bir uyum içerisinde yaşıyor ve herşeyin ‘Tek’ bilince bağlı olduğunu biliyor.
Pandora’daki ağaçlar ve bitkisel yaşam ile bütün gezegeni kaplayan ‘beyin’ veya ‘bilinç’e bağlı nöron görevi yapan kökler arasında çok güçlü bir elektro-kimyasal bağlantı var. Yani, ‘Na’vi’ adındaki mavi insanların, bitki ve ağaçlar aracılığı ile ‘Bütün’e bağlanmalarını sağlayan kök bağlantıları bulunuyor. Ancak birden, çok gelişmiş teknolojileri olan ‘insanlar’ bu gezegeni istila ediyorlar. Onlar, son derece değerli olan ‘unobtainium/anobtayinyum’ madenini isteyen RDA şirketinin yöneticileri ve askerleri... ( ‘Anobtayinyum’un sözlük anlamı: son derece az bulunan, çok pahalı ve belirli bir uygulama için kullanılan söz, mizahi bir konuşma dili sözcüğü).
İnsanlar, kendilerini Pandora’nın zehirli atmosferinden korumak için koruyucu özellikleri olan bir üs kurmuşlar. ‘Üs’ün dışında veya uçan araçlarının içinde olmadıkları zamanlarda nefes almak için kesinlikle maske kullanmak zorundalar. Bazıları ise, insanların üstün teknolojileri sayesinde ve tabii ki manipülasyon amacıyla, genetiği ile oynanmış Na’vi bedenlerine girebiliyorlar.
Eskiden bir deniz piyadesi olan Jake Sully’nin kaybetmiş olduğu erkek kardeşi için üretilmiş olan bir Na’vi bedeni var ve kendisi de bunun için uygun genetik özellikler taşıdığı için o ‘Na’vi beden’ine girmeye razı oluyor. Bu ‘insan-Na’vi- DNA hibridleri’ne ‘Avatar’ deniyor.
Bir süre sonra Jake, onların yaşamını iyice benimsiyor ve bir Na’vi kadınına aşık oluyor. İnsanların işgal için gelmiş oldukları, yoğun anobtayinyum madeninin üzerinde bulunan Na’vi komün yurdunu tahrip etmelerine engel olamıyor, ama Pandora’yı insanlardan kurtarmak için bir savaşa giriyor.
Büyük bir içtenlikle söyleyebilirim ki, sinemaya gitmeden önce konu ile ilgili olarak, James Cameron’un çok ses getiren yeni filmi olmasının dışında hiçbir bilgim yoktu. Sadece gitmem çok gerekliymiş gibi birşey hissetmiştim. Zaten film başlayınca da konunun, yıllardan beri kitaplarımda ve konuşmalarımda söz ettiğim ‘Dünya’nın ve insanların ‘Sürüngen’ ırk tarafından nasıl ele geçirilmiş olduğu konusuna ne kadar benzediğini farkettim.
Son aylarda önüme gelen birçok yeni bilgi sayesinde, 2010 bahar aylarında çıkacak olan ‘İnsanoğlu Artık Dizlerinin Üzerinden Kalk’ adlı kitabımda bu konuyu oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almıştım. Şimdi bu konuda bölük pörçük bilgiler vermek istemiyorum, çünkü bilginin, bütün noktaların birleştirilmiş olduğu şekliyle bir bütün olarak tek bir seferde edinilmesinde yarar görüyorum. Tabii ki James Cameron da aynı şeyi ifade etmek istemiş olabilir mi orasını bilemem, ama bence bu Avatar hikayesi aynen ‘Sürüngen’ işgalini kapsıyor.
Ancak bunu görebilmek için önce senaryodaki rolleri değiştirmeniz lazım. Na’vi halkı, çağlar önce dünyada yaşamış olan insanları, anobtayinyum madenini almak üzere Pandora gezegenini işgal eden insanlar da ‘Sürüngenler’i sembolize ediyorlar.
Bugün Irak denen bölgede keşfedilmiş olan eski Sümer kil tabletlerinde, insan olmayan ‘Annunaki’ ırkının Afrika’daki altın madeni için dünyaya gelip köle işçi olarak çalıştırmak üzere insanların genetiklerini değiştirmiş olduğundan söz ediliyor. Bu arada Afrika’da 100.000 yıl önce altın madenleri olduğuna dair kanıtlar bulunmuş olduğunu da belirtmekte yarar var.
Afrika’daki Zulu efsaneleri de aynı konuyu destekliyor, dünyanın dört bir tarafından elde edilmiş olan bilgilerde de hep, bir zamanlar dünyanın bolluk-bereket içerisinde olduğu, herkesin herşeyle büyük bir uyum içinde yaşadığı bir ‘Altın Çağ’dan söz ediliyor. Bu bilgilere göre o zamanlar açlık ve yoksulluk yokmuş, çünkü dünyanın büyük bir çoğunluğunu kaplayan ormanlar ve bereketli toprak sayesinde insanlar bolluk içinde yaşıyorlarmış. Dünyanın ekseni de farklı olduğu için mevsimler yokmuş, iklim hep ‘aynı’ imiş...
Afrika’daki Zulu efsanelerine göre, atmosferin yüksek katlarında, insanları güneşin zararlı ışınlarından koruyan bir su kubbesi varmış. Sonuç olarak dünyada çöl değil, bol su bulunuyormuş. Sonra Sürüngen ırk gelip dünyada jeolojik ve biyolojik felaketlere neden olmuş. Kitabımda bunun açıklamalarını ayrıntılı olarak yapmış bulunuyorum, benim irdelediğim konulara yeni olan okuyucular şoke edici bulabilirler...
Su kubbesinin yok edilişi, İncil’de 40 gün 40 gece yağan bir yağmur şeklinde sembolize ediliyor. Dünya ekseninden kayıyor, dolayısıyla güneş ile bağlantı değişiyor, dört mevsim başlıyor.
Önce dünyanın iklimi, bununla bağlantılı olarak da insanların hayatı değişiyor. Ormanlar kaybediliyor, çöller oluşmaya başlıyor. Birçok bölgede gıda kaynakları kuruyor, insanlar açısından yaşanması güç bir hayat başlıyor. Ardından ‘Sürüngen’ genetikçiler, kendilerine hizmet edecek yeni bir insan yaratıyorlar. İnsan beyninin kapasitesi milyonlarca yıl boyunca gelişirken, 200.000 yıl öncesine kadar olan zamanda birdenbire durup gerilemeye başlıyor, bu oldukça dikkat çekici bir durum. Hem de nasılsa bu, tam da insanların şimdi benzedikleri halin başlangıcı olan aynı zamana denk geliyor.
Avatar filminin hikayesinde de; genetik olarak yaratılmış, tıpkı Na’vi’lere benzeyen Na’vi insan hibridler var. Bunlar hep Na’vi halkının arasına karışıyorlar. İşte yıllardan beri benim anlatmaya çalıştığım gibi dünyada da hep, sürüngen ırkın sürüngen-insan hibridleri yer almış... Global gizli cemiyetler ağını yöneten bu soy, bu yolla hükümetleri, bankaları, şirketleri, medyayı, orduyu ve eğitimi, herşeyi yönetiyor.
Korpus kallosum’ aracılığıyla, bilginin sol tarafa gitmesini baskılama şeklinde insanların ‘sağ beyin’ faaliyetlerini veya en azından farkındalıklarını kontrol altında tutuyor olmaları son derece önemli bir nokta, çünkü beyinin iki yarım küresi, realiteyi tamamen farklı şekilde algılıyor. İşin ilginç yanı da, ‘Avatar’ filminde mavi insan Na’vi’ler ile dünya insanları arasındaki algılama farkının tam olarak vurgulanmış olması...
Beynimizin sağ yarım küresi bizi, herşeyin ‘Tek’ olarak deneyimlendiği, beş duyunun ve ‘görünen ışık’ın ötesindeki sonsuz aleme bağlıyor. Filmdeki Na’vi halkı da, herşeyin birbirine bağlı olduğunu anlayan veya bilen sağ beyin realitesini temsil ediyor.
Jill Bolte Taylor, Amerikalı bir nörolog. Yürüyüş bandında spor yaparken bir beyin kanaması geçirmiş ve beyine egemen sol tarafının fonksiyonunu kaybetmesi üzerine, tam bir sağ beyin deneyimi yaşamış. Şöyle anlatıyor;
...sanki normal realiteyi algılarken bilincimde bir değişme olmuş gibiydi. Yürüyüş bandında o realiteyi deneyimlerken, başka bir yerden kendimi izliyormuşum gibi hissediyordum. Koluma baktığımda artık gövdemin sınırlarını tanıyamıyormuş gibiydim. Nerede başladığımı, nerede bittiğimi anlayamıyordum, çünkü kolumdaki atom ve moleküller, duvarın atom ve moleküllerine karışmıştı. Saptayabildiğim tek şey enerjiydi. Enerji...Kendi kendime sordum; ‘Bana neler oluyor?’”
... önce kendimi sessiz bir zihnin içinde bulunca şoke oldum, ama sonra birden bire enerjiyle çevrelendim. Gövdemin sınırlarını tanımlayamadığım için sonsuz ve alabildiğine sınırsız gibiydim. O enerjiyle bütünleşmiştim ve bu muhteşem birşeydi.”
İşte realite duygumuza egemen olan sol beyin aracılığı ile bizi beş duyu alemine hapsetmiş olan tek düze alemin, ‘sınırsız’ olduğu zamanki hali aynen böyle... Sol beyin hep dil, yapı, mantık ve genelde fiziksel olanı algılayan bu dünyanın, bu alemin realitesini sunuyor. Sol beyin, geçmişten geleceğe geçiş yapar gibi algılanan zaman illüzyonunu vermek için de realitemizin enerji dokusuna şifrelenmiş olan bilgiyi deşifre ediyor, oysa sağ beyin, var olanın sadece ebedi ‘şimdi’ olduğunu biliyor.
Sol yarım küre, özellikle ‘akademisyen’ ve ‘eğitim’ denen sosis makinasının yüksek seviyelerinden geçmiş olanlara egemen oluyor. Bütün global politik ve ekonomik sistem, sol beyin realitesine hapsolmuş olan koyu renk takım elbiseli kişilerce yürütülüyor. Bu nedenle bir ‘sol beyin toplumu’nda yaşıyoruz. Dolayısıyla sağ beyin algılaması da hep kınanıp, ‘deli’ olarak nitelendiriliyor.
Avatar’daki insan işgalciler de tamamen sol beyin egemenliğini temsil ediyor. Na’vi halkının, hayvanlar, ağaçlar ve bitkilerle karşılıklı saygıları ve birbiriyle son derece uyumlu olan bağlantıları onların umurunda bile değil. İnsanların fiziksel gerçekliği sadece ‘gör-iste-al’ felsefesine dayalı olduğu için tam bir ‘bölünmüş’ lüğü temsil ediyor. İsterseniz biraz ‘anobtayinyum’dan buyrun... Bu, ihtiyaç kaynağınızın üzerinde yaşayanların yurdunu ve hayatını yok etme anlamına gelse bile, ne önemi olabilir ki? Onlar sadece ilkel savaşçılar, insanlar da sadece ormanı yok ediyorlar, fazla önemli birşey değil...
Sol beyin zihniyetinin; insan, ağaç, bitki veya hayvan olsun, başkalarını olumsuz etkileyecek sonuçları düşünmek gibi bir empatisi hiç yoktur. Sol beyin mahkumları, herşeyi ‘kişi’ olarak, arada mesafeler varmış gibi algılarlar, oysa sağ beyin arada bir mesafe olmadığını, herşeyin, hepimizi birbirine bağlayan tek bir enerji alanı olduğunu’ bil’ir...
Bütün ‘ayrı kişiler’ formundaki algılamalar arasında empati sağlayan işte bu ‘birbirimizle bağlantıda olma duygusu’... Bu duygu, aşırı tepki ve hareket etmeyi engelleyici bir emniyet mekanizması görevi yapıyor. Empati olmazsa hapı yutarız. ‘Sürüngen’ manipülasyonu, bizi sağ beyin realitesinden a) yüksek seviyelerdeki farkındalığa ulaşmamızı engellemek için b) empati duygumuzu bastırmak için koparmak istiyor.
Bunu Gazze Şeridi’ndeki sivil bölgelere bomba atıp füze gönderen ordu mensuplarında net bir şekilde görebiliyoruz. Onlar; büyük çapta ölüm, hasar ve acılara neden olurlarken, hiçbir şekilde empati duymuyorlar.
İnsanlar bir kez empati duygusundan yoksun kalırlarsa, hiçbir acıma duygusu olmayan robotsu makinalar haline gelirler. Zaten artık ordular da tam buna göre tasarlanıyorlar. Koyu renk takım elbiseli yüksek görevliler, kendi ceplerini doldurmak için özellikle Afrika’dakiler gibi birçok hedef ülkede boyuna insanları manipüle edip savaşlar çıkarıyorlar.
Avatar filminde, bazıları hariç bütün insanlar bu durumda. Yani tam bir sol beyin zihniyeti içerisinde hareket ediyorlar. Çok para kazanmak için kaynakları istiyorlar, oysa mavi derili halk o kaynağın üzerinde yaşıyor. Na’vi ‘ler, yurtlarından ayrılmak istemeyince de derhal uçaklarını gönderip onları mahvediyorlar. İngiliz yazar Oscar Wilde’ın dediği gibi; “Sol beyin herşeyin bedelini bilir, ama değerini bilmez”...
Genetik manipülasyon sonucunda insanların çoğu sürüngen kovan aklının adeta terminaline dönüşmüş gibi. Bu konuyu da kitabımda oldukça ayrıntılı bir şekilde ele aldım. Tam planlanmış olduğu gibi insanlar, zihin ve zihniyetleri açısından tamamen onların baskısı altına girmişler. Ne var ki manipülasyonun, sağ beyin realitesine de hala önemli ölçüde bir erişimi var ve insanlığın uyanışı sürdükçe baskı gittikçe daha çok arttırılıyor.
Uyanış’ derken, sadece komplonun farkına varmak , kişinin sağ beyinin kanallarını ‘Sonsuz Bilinç’e açmış olduğu anlamına gelmiyor. Komplo araştırmaları alanında çalışanlarda bile ağırlıklı olarak sol beyin egemen durumda. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum, benimki sadece bir gözlem, ama baktığınız zaman iyice görülebilen bir gözlem...
Sol beyini ve korpus kallosumu, farkındalığı ve bakış açısını sağ beyin bilgilerine açtığınız zaman kendiniz oluyorsunuz ve realiteniz değişiyor. Global komplonun farkına varmış olan aynı kişi olmadığınızı farkediyorsunuz. Hatta eski siz ile hiç alakanız bile kalmıyor. Oyun, değerler ve kendiniz hakkınızdaki bakış açınız, herşey değişiyor.
Avatar’daki insan işgalciler büyük bir savaş sonrasında Pandora’dan atılıyorlar. Bu tam bir aksiyon filmi, dolayısıyla teknolojik ve biyolojik savaşlar yapılıyor. İnsanlar gelişmiş silahlarını, çevreleri ile son derece uyumlu bir bağlantı içerisinde olan, hayvanlar tarafından desteklenen ve ejderha benzeri yaratıkların üzerinde uçan Na’vi halkının üzerinde kullanmanın gerekli olduğunu düşünüyorlar.
Oysa bizim özgürlüğümüzü kazanmamız için hiç şiddet kullanmamıza gerek yok. Yapmamız gereken tek şey, sağ beynimizi açıp gerçek ve sonsuz potansiyelimize bağlanmamız. Hepsi buna bağlı. Doğrusu manipülatörler, bu bağlantıyı koparmak için pek o kadar da çok uğraşmamışlar,sadece kontrol altında tutmak için biraz unutturmuşlar o kadar... Uyanıp da o müthiş potansiyelimize yeniden kavuşuruz diye ödleri kopuyor!
Sol beyinleri hasar görmüş ve inanılmaz süper insan becerileri göstermeye başlamış kişiler var. Yani bu kişilerin sağ beyinlerindeki kilit açılıyor. Ancak onlar süper insan değiller, sadece bastırılmış olan potansiyelleri güvenlik duvarlarını yıkıyor. Hatta sol beyni hasar görmüş çocuklar bile matematik, bellek ve diğer mucizevi beceriler göstermeye başlıyorlar.
Çoğu hala gelişme problemi, zihinsel gerilik, beyin hasarı yaşamış veya yaşayan ve ‘otistik’ denilen bu çocukların inanılmaz becerileri var. Onlar, sürüngen manipülasyonu yüzünden, çoğu kişinin uykuda olan ‘beyin potansiyeli’ne ulaşıyorlar, ama tabii ki bu durumda ‘sol beyin toplumu’na uyum sağlamaları da zor oluyor.
Bana kalırsa problem, sağ beyin tam anlamıyla açıldığı zaman, sol beyinin ‘gerçek’i algılama devrelerinin çöküp, algılamanın ve enerjinin o seviyesi ile başa çıkamaz hale gelecek olmasıdır.
Stephen Wiltshire olağanüstü becerileri olan İngiliz bir otistik çocukmuş. 1987’de 12 yaşındayken kendisine, BBC’nin bir belgeseli için helikopterle Londra üzerinde bir uçuş yaptırılmış. Gerçi hiç ihtiyacı da olmamış, ama bu gezide not almasına veya fotoğraf çekmesine izin verilmemiş olduğu da özellikle belirtiliyor. 200’den fazla binanın havadan görünüşünü inanılmaz bir başarıyla resmetmiş, oysa otizminden dolayı sayı saymayı bilmezmiş! Hepsini tamamen hafızasında tutarak yapmış. Daha sonra aynı helikopter turunu Roma üzerinde de yaptırmışlar. Stephen’in çalışmalarını www.stephenwiltshire.co.uk.’ da görebilirsiniz.
Daniel Tammet de bir başka İngiliz otistik çocuk. Matematik problemlerini bir bilgisayar hızıyla çözüyor ve son seferinde sayıldığı üzere 7 ayrı dilde konuşabiliyor. İzlanda dilini bir haftada öğrenince öğretmeni onu bir insan değil, bir dahi olarak nitelendirmiş. Oysa tabii ki o bir insan, hem de sürüngenlerin ve hibrid soyun hararetle baskılamaya çalıştıkları insanlardan birisi... Baskılamaya çalışıyorlar, çünkü gerçekte olduğumuzun ‘en az’ oranına bile ulaştığımız takdirde onlar için ‘oyun’un biteceğini çok iyi biliyorlar. Eh, o gün de artık iyice yaklaştı...


5 Mart 2014 Çarşamba

Gerçek'in Titreşimleri - XXXII

David’in 3 Kasım, 2013’te yazmış olduğu makale:

“ ALAN ”
O ALANDA ‘SIR’LAR ORTADAN KALKAR


Bilim adamları ve öyle olduklarını iddia edenler, uzun zamandan beri aramakta oldukları ‘Herşey’in teorisini çözmeyi başaramadılar. Ben onlara buradan biraz yardımcı olabilir ve derim ki; “Herşey, sonsuz form olan tek bir ‘Sonsuz Bilinç/Farkındalık’ın birer ifadesidir”. ‘Sonsuz Farkındalık’ın sonsuz odak noktaları ve odaklanma becerisi vardır; işte biz ‘o’yuz ve herşey de ‘Sonsuz Bütün’ün içindeki bir odak noktası. Düşünceniz, yani odak noktanız adınız, aileniz, işiniz ve hayat hikayeniz olabilir, ama ondan ötesine hiç geçemez. Durum böyle olunca, siz de sadece doğan, bir hayat yaşayan ve ölen bir insan olursunuz.

Oysa çok gelişmiş bir ilgi menziliniz, yani gelişmiş bir bilinciniz veya farkındalığınız varsa, adınız, aileniz, işiniz ve hayat hikayenizin, aslında olduğunuz ‘Sonsuz Farkındalık’ içinde belirli bir frekans bandındaki deneyiminiz olduğunu bilirsiniz. Algılama (a), sadece gözlerin gördüğünü görür veya deşifre eder, (b) ise algılamanın, içinde olduğu büyük realitede sadece bir noktacık olduğunun ‘farkında’ dır.
Benim ‘Sonsuz’ dediğim sonsuza odaklanma, ‘Mümkün Olan Herşey’in ve ilginin bütün noktalarının farkındadır, çünkü ilgi kapsamı sonsuzdur. Parasitik, manipülatif güç ─yani başka bir odak noktası ve algılama─ kapıları insanların odaklanması ve algılamasının üzerine kapamadan önce, Sonsuz Realite’nin eski zamanlardaki farkındalığında sözü edilen 
‘Herşeyi Gören’ ve ‘Herşeyi Bilen’ terimleri de buradan kaynaklanırdı. Pekala, en azından çok kişi açısından diyelim... Manipüle edilmiş tarihimiz boyunca boyun eğmeyi reddetmiş olanlara; ‘gören’, ‘bilge’, ‘önsezili’ veya ‘kaçık’ denip hepsi görmezden gelinmiş, alay edilmiş veya yakılarak öldürülmüşlerdir, çünkü parasitik güçlerin ‘oyun planı’ açısından potansiyel birer tehlikedirler.

Eğer insanların, üretilmiş olan tek realiteye inanmasını istiyorsanız, o zaman ortaya çıkmasını isteyebileceğiniz en son şey, göz önüne alınabilecek çoklu olasılıklar bulunduğunu söyleyen birisi olur.
Tek bir enerji alanı bütün realiteyi kaplar, farklı olan diğer alanlar ise, o tek alanın- yani ‘ALAN’ın-ifadeleridir. Bu farklı alanlar, dikkatin ve farkındalığın farklı noktalarıdır,‘Tek’ herşeyi kaplayan ‘alan’ ise kollektif farkındalıktır.
Eğer sizin odaklanmanız da kollektif alanı içeriyorsa, deneyimlemekte olduğunuz realitenin ‘büyük tablo’sunu görürsünüz, ama sadece kendinize odaklanmış ve sadece kendinizin farkında iseniz, o zaman ‘bütün olasılık’ın değil, sadece ‘kısıtlanmış olasılık’ın koşullarında düşünüp, belirli formun fiziksel/holografik illüzyonunu algılarsınız.

Mesela hedef kitlenizi sahte bir realitenin içine hapsetmek isterseniz, onların hangi algılama içinde olmalarını isterdiniz? ‘Büyük tablo’ mu, yoksa ‘güçsüz aciz ben’ mi? Soru zaten kendisini cevaplıyor ve bugün dünyanın içinde bulunduğu halin nedeni de bu....


Bu nedenle, ‘bilim’, ‘tıp’, ‘eğitim’ ve medya, bu ‘alan’ın ve onun alt bölümlerinin varlığını keşfetmek veya kabul etmek istemiyor. Bu kurumların arkasındaki gizli güç, insanların bedenlerinin ötesindeki benliklerinin seviyelerini keşfetmeleri halinde, bütün domino taşlarının yıkılıp herşeyi sarmış olan sis tabakasının açılacağını çok iyi biliyor.



Aurik alan, değişen düşünce ve duygularla/frekanslarla değişiyor,
çünkü her bir renk veya ton, farklı bir frekans...

Bütün bunlar, insan aurik veya elektromanyetik ‘alan’ının, şimdi teknolojik olarak teyit edilebilmesine rağmen gerçekleşiyor. Çoğu kişi gibi ‘Gerçek’e boşverip, herşeyin resmi bilimsel versiyonunu korumak için ‘bilmeyiş veya cehalet perdesi’nin gerisinde de kalabilirsiniz, ama sonra gerçeği keşfedip de kıyasladığınız zaman; bütün paranız, işiniz, itibarınızın önemini kaybettiğini görüyor-sunuz.

Aurik alanın varlığının anlaşılması için gereken altyapının ve enerji realitesinin daha geniş bir enerji realitesine olan potansiyel bağlantılarının reddedilmesi suretiyle ‘bilim’, ‘tıp’ ve ‘eğitim’, hayatın doğası hakkında tam bir bilmezden gelme halinde tutuluyor. Sonra da bütün bu bilgisiziliğin adına ‘hayatın sırrı’ diyorlar.

Basılan görüntü, holografik form olarak
gördüğümüz şeyden yansıtılan dalga 
formundaki ‘bilgi alanı’dır.
Eğer birşey sizin reddettiğiniz bir alana gömülmüşse, o şeyin konumu doğal olarak sizin için bir ‘sır’ olur, yani araştırmadığınız ve ne olduğuna bakmadığınız herşey ‘sır’ olarak kalır. ‘Alan’, sırların çözüldüğü yerdir, ama siz bütün kanıtlara rağmen, varlığını inatla reddederseniz, tabii ki bütün bilinmeyenler gibi o da hep ‘sır’ olarak kalır. Bu, sadece sağlık değil birçok açıdan son derece zararlı olabilir. İnsan bedeni denilen hologram, aurik alandaki bilginin bir yansımasıdır. Çarşıda gördüğümüz teknolojik olarak üretilmiş olan hologram, bir fotoğraf üzerine dalga formu olarak şifrelenmiş olan bilgiyi okuyan bir lazer tarafından yaratılır.



...bu da, hologram dalga formu bilgisi yapısı olmadan dışavuramaz anlamına gelir. Hologram en basit anlatımla modelin şifrelenmiş halidir. Sağlık ve tıp uygulamaları açısından bu gerçeğin reddedilmesi de malum sonuçları oluşturur.

Alternatif şifacılar, uzun zamandır modern tıbbın ‘sebep’i değil, ‘belirti’leri tedavi ettiğini söylüyorlar. Alanı veya hologramı gözlemlerseniz, bunun nedenini görebilirsiniz. Beden (hologram) bilgi alanının bir yansımasıdır, dolayısıyla alanda olan aynen bedende olur, ama doktorlar ve bilim adamları sadece bedeni görürler, bilmedikleri için de hologramı tedavi ederler. “Ağrınız mı var? Pekala, o halde ağrıya neden olan sinirleri uyuşturalım”...

Ağrı ise aurik alandaki dengesizlikten veya bozulmadan kaynaklanır. Eğer ağrı enerjik olarak şifalandırılmazsa, semptom veya belirti veya hologramdaki dengesizlik sadece maskelenir, elimine edilmez. İşini iyi bilen etkin şifacılar bedeni değil, enerji alanını hedef alırlar, çünkü ‘alan’ sağlıklıysa beden de sağlıklı olur, çünkü ikisi birdir ve onlar bunu iyi bilirler.
Bir hologram stüdyosu

Günlük medya ve bilimde reddedilen, ama gizli çekirdek grup tarafından iyi bilinen başka bir sağlık tehdidi ve etkisi de nükleer santrallar, yüksek gerilim hatları ve cep telefonlarına dayalı tehlikeler, kablosuz net, ‘smart meter’ denen çeşitli tiplerdeki ‘akıllı’ ölçerler ve Fukushima gibi radyasyon felaketleri. Bunların etkileri gözden kaçırılıyor, çünkü a) komployu hazırlayanların en içteki çekirdek grubu bizim bunları bilmemizi istemiyor, b) bilim ve tıp alanında çalışan çoğu kişi, bedenin ne olduğunu ve nasıl çalıştığını bilmiyor. Onlara göre bu radyasyon teknolojisi bedeni etkilemezmiş. Oysa büyük çapta elektromanyetik aurik alanı etkiliyor ve sonra da ‘beden hologramı’na geçiyor. Bir düşünün, arabanızla yüksek gerilim hatlarının yakınından geçerken radyo yayınınız bozulur, öyle değil mi? Bu tamamen o yüksek gerilim hattından yayılan elektromanyetik alandan kaynaklanır. İşte bu tür yüksek gerilim hatlarına yakın yerlerde yaşayanlara olan da bu oluyor. O insanların elektromanyetik aurik alanları bu yüksek gerilim hatları tarafından bozuluyor, o bozulma bedenlerine geçiyor, bozulmanın sonucunda da ortaya lösemi veya benzeri hastalıklar çıkıyor. Aynı şey nükleer santrallar, cep telefonları, kablosuz net, akıllı ölçerler ve Fukushima gibi nükleer felaketler için söz konusu...

Bir kez daha vurgulayacak olursak, bunlar için tek önlem; kendi ‘elektromanyetik alan’ımızın bilincine varmaktır.

Global komplonun amacı; insanların odaklanmasını hologramda veya beş duyu algılamasında tutmak. Bir kez realiteyi algılamanız bunun tuzağına düşerse, temelde, bir sol beyin algılaması olan bu beş duyu realitesi herşeyi herşeyden ayrı görür, ayrı olarak algılmaya başlar. Bu, “Görüyorum, duyuyorum, dokunuyorum, kokluyorum ve hissediyorum, bunları yapamıyorsam, başka bir gerçek olamaz!” alemidir...


Bilim, tıp, eğitim ve medya denen ve sadece sisteme hizmet eden kurumların hepsinin yapısı ve kontrol içeriği, hep beş duyuya göre düzenlenmiştir. İşte bu nedenle, bütün alternatif açıklamalar ve olasılıklar bu kurumlar tarafından sansürlenir, hatta bazısı kanunen yasaklanır ve beş duyuya aykırı olan her görüş anormal olarak değerlendirilir veya nitelendirilir.
Cehalet veya bilmeyiş ve küstahlık biraraya gelince, ellerindeki müzik notası gibi belgeleri tekrarlayıp duran ve realite hakkındaki gelişmiş açıklamalarla ve olasılıklarla alay eden bilim adamları ortaya çıkar, çünkü bu bilgiler ‘mantık’ dedikleri kendi temellerine oturmamaktır. Peki belirli bir bilgiye dayalı bir inanma sürecinden başka birşey olmayan mantık nedir?


Günümüzde Homeopati de, bu bilimsel ‘mantık’ versiyonuna dayalı birşey olmadığı için göz ardı ediliyor ve ‘bir maddeyi yok edinceye kadar seyreltmek mümkün olmadığı için kimseyi tedavi etme özelliği de yoktur’ deniliyor. Homeopati’nin bu şekilde kınanması da , ‘Alan’ın ve herşeyin ‘bilgi’ olduğu gerçeğinin görmezden gelinmesinin başka bir sonucu...

Almanya Stuttgart’taki Uzay Araştırmaları Enstitüsü’nde yapılmış olan deneylerde, sudaki madde sudan çıkarılsa bile o maddeye ait ‘bilgi’nin orada kaldığı gözlemlenmiş. Yani aslında şifayı sağlayan enerji halindeki bilgidir. Eğer homeopatiyi uygulayan kişi, bu konuda yeterince beceri sahibi ise aurik alan, dolayısıyla da hologram üzerinde tedavi sağlar. Yani bu aşamada homeopati doğrudan bedeni (hologramı) değil, bedeninin yansıtıldığı
bilginin modelini şifalandırır. Fiziksel olarak değil, enerjisel olarak şifa sağlar, çünkü aslında fiziksel olan birşey yoktur, aurik alan iyileşince, beden de iyileşir. 

‘Alan’ı bilmek, homoeopatiyi ve alternatif tedaviye ‘mantık’ sağlıyor, ama bu, sistemin ‘mantık’ temeline hiç uymuyor. Örneğin Oxford Üniversitesi’nde Profesör olan Richard Dawkins, sadece ‘fiziksel’ olanı görüyor. Ona ve onun gibilere göre fiziksel olarak, sadece fiziksel olan birşey tedavi edilir, ama tabii ortada ‘fiziksel diye birşey yok’ düşüncesi olursa, bu da başka bir problem yaratıyor.

Bir kez daha vurgulayalım, ‘mantık’, bilgiye dayalı bir algılama olup inanca dönüşüyor ve mutlak sayılmıyor. Bunu bilince hiçbirşeyin mutlak olmadığını bilerek bu tuzağa düşmüyorsunuz. Örneğin ben de buna inanmadığımı çoz kez belirtmişimdir. Ben de realiteyi bu şekilde algılıyorum, ama herzaman bilinmesi gereken çok fazla bilgi olduğunu, dolayısıyla her yeni bilgi ve yeni deneyimi algılarken hep keskin kenarın ucunda olduğumu biliyorum. Bizim inanç dediğimiz şey, algılamayı kendi kendine sansürlemek ve Tanrı’nın bizim bilmemizi istemediği daha fazla bilgiye gerek olmadığı düşüncesine sarılmak oluyor. Kutsal kitaplar ve kalıplara girmeyen ‘bilim’cilik , özgür düşüncenin kendi kendini sansürlemesinin klasik temsilcileri olup ‘alan’ı reddeden ‘mantık’algılamaları...

Dinler de ‘ruh’tan bahseder, ama savunucuların büyük bir çoğunluğuna, ‘fiziksel’lik algılaması egemendir. Ruh, bir varlıktan ziyade bir kavram olarak nitelendirilir.

Hiçbirşey hiçbirşeyden ayrı değildir. Hepimiz, sonsuz realite içinde birer ‘bilinç’iz. Ve ‘Alan’ı görmezden gelirsek, kendimize ‘aciz ben’ realitesi ile bir bölünmüşlük realitesi yaratmış oluruz. İnsanların kolektif odaklanmalarının, beş duyuya dayalı kör bir cehalete hapsetilmesiyle de parasitik manipülatörlerin ekmeğine yağ sürülmüş olur.


En geniş anlamda enkarne olmuş ruhun, ölüm ile bedeni terk etmesi de illüzyon, çünkü mezardaki beden ile bedenden çıkan ruh da aynı ‘Sonsuz Farkındalık’ veya hayalin ifadesi... Manipüle edilmiş zihnin algılamasından başka hiçbir bölünme yok.


Her yerde net bir şekilde bölünmüşlük görüyoruz, çünkü o illüzyon ‘fiziksel’ ve algılama açısından bölünmemize neden oluyor, yani kitlesel kontrol sağlamak için gerekli olan böl ve yönet sonucuna götürüyor.


Realitenin farkındalığındaki bir başka ‘sır’ı ise, şekil değiştirme ve ruha şeytan girmesi olgusu. Aurik alan, bedenin bilgi modeli, bu nedenle bu alanda değişen herşey bedeni/hologramı da değiştiriyor. Kişinin bedenine tam olarak sahip olunmuşsa, olumsuz varlık veya varlıklar kendi enerji alanlarını hedef kişinin elektromanyetik alanına o kadar yoğun bir şekilde empoze ediyorlar ki, sahip olunan ‘bilgi’ o bedene egemen oluyor, bu durumda hologram da bozuluyor.

Bunun ardından klasik bozulma, yani yüz hatlarındaki ‘bozulma’ yer alıyor. Bunu korku filmlerinde sık sık görürüz. Peki yüze ne oluyor? Şekil değiştiriyor. Yıllardan beri ifşa etmeye çalıştığım gibi, hibrid soy ailelerindeki kişilerin hibrid DNA’ları var. Peki DNA nedir diye sorulacak olursa; o da ‘ bilgi’ alanının holografik ifadesidir diyebiliriz... Yani bir insan, bir sürüngene veya başka bir şekle dönüşüyorsa, bu en basit anlamda; kendisininkinden başka bir enerji alanına sahip olmaya çalışan bir enerji alanı. İnsan beden hologramını etkisi altına alıyor ve yansıtılan ‘bilgi’ ye göre bir değişim oluyor. Ancak tekrar vurgulayalım; sadece ‘fiziksel’ olarak düşünenlere, bedenin bir şekilden başka bir şekle dönüştüğünün söylerseniz, size de ‘deli’ derler . Bunu benden daha iyi hiçkimse bilemez... 

Dünyadaki soy ailelerin hem insan, hem sürüngen veya diğer şekilleri aldıklarını söylediğim için yıllar boyunca kitlelerden ve medyadan o tepkiyi aldım. Kimse için “tam anlamıyla şekil değiştirdi” demiyorum, ama bu kensilikle birçok kişinin tanık olmuş olduğu üzere bir şeklin diğer şeklin üzerine geçmesi biçiminde gerçekleşiyor. İnsanlar bedenin şekil değiştirmesinin mümkün olmadığını düşünüyorlar, çünkü bir kez daha belirteyim; onlar da aslında olmayan ‘fiziksel’ olanı düşünerek böyle söylüyorlar. Eğer dünya ‘fiziksel’ veya ‘katı’ olsaydı, şekil değiştirme fikri tabii ki saçma olurdu, ama bu alem ‘katı’ değil, ‘katı’nın deşifre edilen görüntüsüne göre holografik veya akışkan oluyor. 

Şekil değiştirme; bir enerji değişikliği, yani bir hologramın değişmesine neden olan bir ‘bilgi’ alanının değişikliği... Aslında anlaşılması çok basit, ama ‘mantık’la algılanan realitenin doğasının bilinmemesi yüzünden, hepsi delice ve imkansızmış gibi geliyor.

İnsanların enerji alanlarına kilitlenerek sahiplenen varlık veya bir çeşit bilinç, aslında tam Satanistlerin taptıkları enerji veya güç... ‘Satanist ayinleri’, Satanist olan kişi ile, o varlık veya varlıklar arasında bir frekans bağlantısı yaratmaya dayalı. Bu Satanistler açısından büyük bir onur sayıldığı için, bu şekilde sahip olunmaya kendileri talip oluyorlar... Enerjisel etkisi nedeniyle hala, yüzyıllar öncesinin ayinlerini yapıyorlar. Aslında semboller, renkler ve mumlar da gösteri olsun diye değil, hepsi kollektif bir frekans bağlantısı ürettikleri için kullanılıyorlar. Böylece negatif varlıklar ayindeki katılımcılara sahip oluyor, hatta görünebiliyorlar bile...

Eski Satanistlerin anlattıklarından edinmiş olduğum bilgiler çerçevesinde, klasik daire içersindeki ters beşgen şekli, negatif varlıkların ayinlerde görünmesini sağlayan portalı/girişi sağlayan özel enerji alanının bir ifadesi. Bizim dünyada malum ayin yapılırken aynı şeyler, aynı anda Hristiyanların ‘Şeytan’, Müslümanların ‘Cin’, Agnostik inanışında da ‘Archon’ denilen parazitlerin aleminde yer alıyor. Bu karşılıklı ayinler onları birbirlerine bağlayan bir enerji rezonansı yaratınca da bu negatif varlıklar beş duyu dünyasına geçiş yapıyorlar. 

İnsan hiyerarşisi, dünyaya geçmiş olan Arkon hiyerarşisinin aynısı olup, frekans bağlantılarını sağlamak üzere özel olarak yaratılmış olan hibrid soy aileler arasından gelen kişiler, hibrid enerji alanları yoluyla, bizim dünyamızdan şeytan alemine geçebilirler. 

Eski Satanistlerden edindiğim bilgilere göre, hiyerarşide, bir insana sahip olan negatif varlık hangisi ise, o insan o satanist varlığın gücü ve statüsüne göre yönetilirmiş. Resmi olmayan bir Rothschild’ın anlattıklarına göre şeytan, soyun önde gelen bireylerine sahip olduğu için, insanları kontrol altında tutan sınıf da onlar oluyormuş. 

Antik çağlardaki tanrılara kurban verme efsaneleri veya hikayeleri aslında, insan enerjisinin şeytan alemine kurban edilmesi temasını anlatıyor... ‘Genç bakire’ kavramının anlamı ise aslında çocuklar. Ergenliğe eriştikten sonra insan enerjisinin seviyesi nispeten düştüğü için, bu parazitlerin asıl isteği, en yoğun haldeki insan enerjisi, işte o da çocuklarda var!

İşte bu yüzden dünyada pedofili çok yaygın, özellikle de soy aileler arasında. Sübyancıların çoğuna şeytan sahip olmuş durumda. Bu negatif varlıklar çocuklarla seks yaparlarken boyutlararası geçiş yapıp çocukların enerji alanı ile besleniyorlar.

Bu söylediklerim nedeniyle şirket medyası tarafından da, alternatif medya tarafından da alaya alınıyorum, çünkü her ikisi de bizim deşifre ettiğimiz ve deneyimlemekte olduğumuz realiteyi algılayamıyor veya anlayamıyorlar. Ya sadece aslında olmayan ‘fiziksel’i görüyor, ya da realite duygularına egemen olan katı bir din inanışları var. Bu onların tavşanın deliğinin daha derinlerine gitmelerine engel oluyor. Bunu yapabilenleri ise, kendilerinin realiteyi algılayamamaları nedeniyle oluşan önyargıları ile kınıyor veya alaya alıyorlar. Global komplonun yapısını ve derinliğini anlama konusunda kör gibiler. Zihinlerini ve katı inanç sistemlerini daha akışkan ve gelişmiş bir algılamaya açmadan da bunu yapabilmeleri mümkün değil. 

Eskiden şirket medyasındakileri kınayıp alay eden alternatif medyadaki kapalı zihinlere veya kendi inanç sistemleri ile ilgili olarak aynı şekilde davranan insanlara da kızardım. Bir kez içtenlikle yüreğini açarsan o zaman bütün taşlar yerine oturmaya başlar. 

Bugünlerde hep başımı sallayıp yürüyüp-gidiyorum, ama karşı karşıya olduğumuz bu durumun altındaki ana nedenin bu şizofrenik cehalet olduğunu da iyi biliyorum... Ve alternatif alandaki büyük bir çoğunluk, bununla nasıl baş edeceğimiz konusuyla yüzleşmekten hala kaçıyor. 

Herşeyi bilmek, farkındalığa doğru sonsuz bir yolculuk. Ve sonsuzluğun kendisini de içeren bir odaklanma noktası. İşte o noktada ‘Herşeyi Bilen’, ‘Herşeyi Gören’ en gelişmiş haliyle ‘Var Olan Herşey’ oluyorsunuz. Ancak herzaman, ama herzaman bilinecek daha çok şey oluyor.

Bizi, görünen ışık denilen çok minik bir frekans menzili içersine odaklayarak manipüle etmiş ve hep kontrolünde tutmakta olan sistemin ürünü olan bu realite ile kıyasladığımızda, asıl bilinmesi gerekenin etki yaratması da son derece zor gibi görünüyor...

Algılamanın programlanması herşeyi sıkı sıkıya sarmış durumda, dolayısıyla düşünce ve inançlar bakımından herkesin onun etkisine karşı çok dikkatli ve sağduyulu olması lazım. Din fanatikleri ve sistemin realite versiyonununa inananlar algılama programına çok çabuk kapılıyorlar, ama neyseki aralarında katı inançları reddetmiş olanları görüp de sistemin fantazilerini kınayanlar da var. 

Programlanmış olanları silme işlemine başlamak için ‘alan’ın varlığını kabul etmek iyi bir başlangıç olacaktır, çünkü bir kez olasılık menziline girerse, program birçok açıdan gücünü kaybeder, çünkü imkansız olan birdenbire fevkalade ‘açıklanabilir’ hale gelir ve farkındalığı geliştirmek üzere bir akış sağlanabilir.

Açıklanamayan mucizeler olmadığı gibi, açıklanamayan sırlar da yok. Sadece ‘biliş’ ve ‘cehalet’ var ve bu da tümüyle bir seçim meselesi...

Paylaşım